Üzerimdeki mahalle baskısına dayanamayıp, belki de Whiplash filminden yeteri hasarı almadığımdan La La Land filmini izlemeye ikna oldum.
Dikiş tutturamamış, sevdiği müziği yapmak isteyen (o müziğin ne tür bir jazz olduğunu bilmiyoruz başta), kendi jazz kulübünü açma hayali olan genç yakışıklı jazz piyanisti Sebastian (Ryan Gosling) ile oyuncu olmak için sürekli seçmelere katılan, bu sürede barista olarak çalışan Mia (Emma Stone) arasındaki aşkı anlatıyor. Her romantik müzikalin olmazsa olmazı, ilk başta birbirlerinden nefret edecekler, sonra aşık olacaklar, sonra saçma bir sebepten bir süre ayrı kalacaklar ve en sonunda büyük bir ihtirasla birbirlerine dönecekler. Romantik filmler ile aram pek iyi değildir ama bu bir müzikalse, tüm bu klişelere rağmen zevkle izleyebilirim.
Sebastian, yılbaşı akşamı acı çekerek Christmas şarkıları çalmak zorunda olduğu restoranda, bir ara dayanamıyor ve piyanoda biraz farklı bir şey çalıyor. Restoranın sahibi (J. K. Simmons, her filmde bağıran, kuralları koyan adam rolünde, Chazelle’in alter egosu gibi) Sebastian’ı “avant-garde jazz’a burada izin yok” diyerek kovuyor. Hemen belirteyim, o yaptığı farklı şeyin avant-garde jazz ile uzaktan yakından ilgisi yok. (Çoğu jazzcı Christmas şarkısı çalmış, albümüne, repertuarına koymuştur. Bunların içinde benim en sevdiğim Marcus Roberts’ın Celebrating Christmas albümü. İyi bir jazz piyanisti öyle bir geceyi hem kendisi hem de dinleyenler için bir şölene dönüştürebilir, yapamıyorsa bu Sebastian’ın eksikliğidir).
Mia ile Sebastian’ın birbirlerine gıcıklık yaptıkları bir kaç sahneden sonra, bir gün yakınlaşıyorlar ve Mia jazz sevmediğini söylüyor. Sebastian büyük bir açüklama (orjinali “mansplaining”, 5harfliler’in dahiyane çevirisiyle “açüklama”) sevdasıyla jazz hakkındaki aforizmalarına başlıyor. Gerçek jazz’ın 1960’larda Charlie Parker’dan sonra öldüğünü söylüyor!!!
(Sting ile çalıyor diye kardeşi Branford Marsalis’e küsen en gelenekçi Wynton Marsalis’in şimdilerde Eric Clapton’la konser verdiği bir dünyada bile böyle düşünmeyi anlayabilirim. Ara sıra ben de dahil, bu histe olan çok insan var ve böyle geleneksel bir adam hakkında anlatılacak hikayeyi zevkle de izleyebilirim diye düşünüyorum filmin bu aşamasında).
Neyse, çiftimizin konuşmasına dönelim. Sebastian sonra bombayı patlatıyor ve ölmekte olan jazz’ı kurtaracağını söylüyor, sadece çalarak degil, kendi jazz kulübünü de açacak. 100 yıllık bir afro-amerikan müziği kurtarma kahramanlığına soyunmak isteyen bu beyaz adamın söylediği şeyin ne kadar saçma ve sosyolojik olarak da imkansız olduğunu anlayabilecek durumda değil Mia, çünkü güzel vücutlu bu adama aşık ve bu laftan sonra “Hop, kendine gel!!!” demek yerine adama aşk dolu gözlerle bakıyor. Sebastian “pure jazz” çalmak istediğini söylüyor, bunun ne anlama geldiğini anlamıyoruz ama Mia için önemli değil tabii ki.
Yönetmenler, yazarlar düşüncelerini yarattıkları karakterlerin sesinden bize iletiler. Sebastian’ın söylediği bu sözü duyar duymaz yönetmen Damien Chazelle’in aslında böyle bir işe soyunmaya çalıştığını düşündüm, bunu da kendi inandığı şekilde ve en popülist tekniklerle yapıyor. Whiplash’teki – aslında Charlie Parker’ın başına gelmiş, çalarken ayakucuna doğru zil atılması olayını – nasıl popülerize edip, – gerçek hayatta olmayacak bir şekilde – zili davul öğrencisinin kafasına bir ninja silahı gibi attığı sahne, genç davulcunun insanların yıllarca çalıştığı double time swingi bir gecede öğrenmesi, davul çalışmaktan ellerinin kanaması (bagette kıymık falan yoksa olmaz böyle bir şey), kaza geçirip, yaralanıp kanlar içinde yine de sahneye çıkması, davulcunun kendi kendine karar alıp konser akışını değiştirebilmesi (Carnegie Hall’da böyle bir şey yaparsa o adamın müzik hayatını bitirirler) gibi sahneler geçiyor gözümün önünden. Neredeyse bir Rocky filmine dönüştürdüğü Whiplash ile başlayıp (ilk filmini seyretmedim, seyretmem de herhalde), şimdi de La La Land ile, cahilce ve küstahça kendi jazz’ını açüklüyor bize; kadınlara, erkeklere, jazz sevme ihtimali olan gençlere, çocuklara, tüm dünyaya.

Arthur Taylor Notes and Tones kitabında (okuduğum en samimi jazz kitabı diyebilirim) röportaj yaptığı müzisyenlerin hepsine “jazz kelimesi size ne anlam ifade ediyor?” diye sorduğunda jazz kelimesini sevmediklerini, beyazlar tarafından bulunmuş bir kelime olduğunu, o günlerde sadece içlerinden geleni çaldıklarını, beyazların bunu kategorize etmek istediğini söylerler. O zamanlarda beyazların siyahi insanlara yaptığı açüklamanın bir benzerini, yalan yanlış ve boyundan büyük aforizmalarla yine beyaz bir adam bu sefer yönetmen koltuğuna oturarak tüm müzikseverlere ve sinemaseverlere yapıyor şimdi.
Filme döneyim. Bir gün yemek yerlerken eskiden beraber çaldığı ama iyi anlaşamadığı Keith (John Legend) karşısına çıkıyor ve Sebastian’a haftalık 1000 dolardan iş teklif ediyor (1000 dolar bir jazzcı için inanılmaz bir para, hala nasıl bir şeyden bahsedildiğini anlamadığımız “modern jazz” öylesine popüler işte!!!), piyanistimiz kabul ediyor. Hemen anlıyoruz ki bu yakışıklı piyanistimiz para için geleneksel müzikal değerleri ile uyuşmayan bir müzik, jazz’ın yeni “modern” halini çalacak, daha doğrusu çalmak zorunda kalacak. Yüksek ihtimalle kız bunu görecek, üzülecek, “sen bu değilsin, hayallerinin peşinden git Sebastian” vs. diyecek.
Keith, ilk konserleri öncesi Sebastian’a bir açüklamasında (bu kelimeyi en çok feministler seviyor ama illa erkeğin kadına açıklaması olmasına gerek yok sanırım, kendini güçlü gören zayıfa karşı yapabiliyor) “sen hala Kenny Clarke ve Thelonious Monk’ta takılı kalmışsın, onlar devrimciydi, böyle geleneksel olursan nasıl devrimci olabilirsin?” diyor (Biraz avam ve basit bir anlatım belki ama belirli bir bağlam içinde anlaşılabilir, demiyeceğim çünkü artık yönetmene güvenmiyorum). Bunun altından ne çıkacak diye merakla ilk konserlerini bekliyorum. İlk konserde sahnedeki trompet ve saksofonu çıkartırsak, mini etekli dansçı kızlarıyla, ne müzikal olarak ne de görsel olarak jazz ile uzaktan yakından ilgisi olmayan gayet pop-funk bir müzik çalıyorlar. Mia üzgün tabii. Keith (John Legend) burda klasik dönemi aşmış!!!, yeni modern jazz’ı temsil ediyor. Bizim de haliyle o müzikten nefret etmemiz bekleniyor. Nefret ediyor muyuz? Hayır!!! Jazz diye önüne konmasa, hele bir de diskodaysan, hayli eğlenceli bir müzik olabilir. Yönetmenden nefret ediyoruz sadece.
(Chazelle, 70’ten sonra Miles Davis’in yaptığı Bitche’s Brew, Tutu gibi elektrikli albümleri, Robert Glasper’ın hiphopcularla yaptığı Black Radio serisini, Brad Mehldau’nun Radiohead, Nirvana çalmasını, Esperanza Spalding’i, Terry Lynn Carrington’ı yok sayarak, jazz’ın kendini yenilemediğini düşünüyor, modern jazz diye John Legend’ı sunuyor bize).
Film akılda kalıcı bir tane melodi bile bırakmadan bitiyor. Kadınların hayran olduğu Ryan Gosling’in oynadığı Sebastian karakteri Mia’nın ilk gösterisine gitmiyor ama Mia Sebastian’ın ilk konserine geliyor. Sebastian’ın açüklama arzusu durmak bilmiyor, Mia’nın konusu olan sinema ile ilgili bile Sebastian’ın söyleyeceği bir söz, göstermek istediği bir film var. Klasik jazz seven duyarlı bir karakter olması beklenen Sebastian, Mia’yı çağırmak için her defasında arabasının kornasını kökleyen hanzo bir adam aslında çünkü yönetmen buna inanıyor – Whiplash’te de aynı tacizci üslupla karşılaşıyoruz – yeterince bağırır ve taciz edersen karşındakine istediğini yaptırabilirsin. (Fikir vermesi açısından bir örnek vereyim: Hank Jones aynı Sebastian gibi klasik jazz’ın savunucusu olmuş, 2010 senesinde ölene kadar da filmde bahsedilen müziği, klasik jazz’ı çalmıştır, buradan öyle bir adamın profiline, zarifliğine bakabilirsiniz. Yönetmenin çizdiği Sebastian karakterinin ne kadar inandırıcı olduğuna siz karar verin)
Jazz kısımlarındaki tutarsızlıklar ve küstahlıklar bir yana, yönetmenin piyano çalmayı, şarkı söylemeyi hatta dansetmeyi – bilmem bir müzikal için geri kalan eksik bir özellik kaldı mı?– bile bilmeyen ama iyi vücutlu bir adam ve kadın seçimi, – çok gerekliymiş gibi – Ryan Gosling gerçekten kendi çalıyormuş gibi gözüksün diye, sadece 3 ay piyano çalışmış bir adamın ancak çalabileceği seviyede hayli basit ve kötü bir müzik, oldukça zayıf koreografi ve en sonunda da vasat, maço, romantiklikten uzak bir müzikalle baş başa bırakıyor bizi. Jazz’ı kurtarma kaygısında olan yönetmen aslında kendi bacağına da sıkmış oluyor, jazzcıların yorumlamak için parça seçerken – geleneksel bir şekilde – başvuracakları bir müzikal yapmayarak.
Peki bundan sonra ne olacak?
Kısa dönemde, içinde bulunduğumuz OHAL günlerinde, böylesine nostalji havasındaki film daha da gişe yapacak. Her filmin sunduğu bir yaşam tarzı oluyor (Hi-fi sistemler satan yakın bir arkadaşım Issız Adam filminden sonra çok pikap sattığını söylemişti). Bence bu filmden sonra da bir süre, insanlar jazz kulüplerine gitmeye başlayacaklar, Sebastian’ın filmde bahsettiği klasik jazz’ı dinleyebilmek için (21 Ocak akşamı Nardis‘te izlediğim Sibel Köse Grup bunun en güzel örneklerinden biriydi). Gitarlı gruplar, fusion yapanlar ya da avant-garde müzikler gözden düşecek.
Ben de aynı şeyi yapmıştım. Round Midnight filmini ilk defa izledikten sonra – ki hala en sevdiğim jazz filmidir – öyle müzikler çalan, sigara dumanı içinde!!!, derme çatma bir jazz kulübü aradığımı hatırlıyorum. 90’ların başı, her yerde sigara içiliyordu ama öyle müzik yoktu.
Uzun vadede, gençlerin internette aktif olması sayesinde belki La La Land‘in IMDB puanı An American in Paris’i ya da Singing in the Rain‘i geçecek – linkleri verirken farkettim geçmiş bile 🙂 – ama bu sahne hiçbir zaman unutulmayacak:
Ryan Gosling’in nasıl 3 ayda piyano öğrendiği konuşulmayacak ama Fred Astaire’ın nasıl dansettiği ve davul çaldığı hep hatırlanacak.
George Gershwin, Irving Berlin, Stephen Sondheim, Jerome Kern, Cole Porter müzikaller için yazdıkları şarkılarla jazzcılara ilham vermeye devam edecekler.
Ve bu yazının da hiçbir önemi olmayacak, sonuçta John Legend, John (far from) Legend Türkiye’ye bir jazz festivali kapsamında gelmiş biri ve ben bu yazıyı yazarken La La Land 14 dalda Oscar’a aday gösterildi.